Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada insanların belki de en büyük yanılgısı tüm canlıların kendilerine hizmet için yaratıldığını sanmaları. Yani insanların çoğunluğu doğanın bir parçası olduğunun değil, efendisi olduğunun iddiası ile yaşıyor.
Dünyanın bize sunduğu bir yıllık doğal kaynakları tükettiğimiz gün olarak bilinen Küresel Limit Aşım Günü, Global Footprint Network tarafından bu yıl 2 Ağustos olarak belirlendi. Yani 2023 yılı kaynaklarını 214 günde tükettik, yılın geri kalan 151 gününü borçlanarak tüketmeye devam edeceğiz. Türkiye için durum daha vahim, limit aşım günü 22 Haziran. Kabaca sanki iki dünya varmış gibi tüketip israf ediyoruz.
İlk küresel limit aşım günü 1971 yılında 25 Aralık olarak saptanmıştı. O günden bu yana Kovid-19 salgını nedeniyle 2020 yılı dışında küresel limit aşım günü her yıl bir öncekinden daha erken bir tarihte yaşanıyor. Ağırlıkla gelişmiş ülkeler, geride bıraktığımız 50 yılda tedbir olarak tüketimi sınırlandırma yollarını zorlama yerine tüketimi artırma yönünde koşar adım ilerliyorlar. Bu yaşam tarzı küresel çapta çeşitlilik kaybına, atmosferde sera gazı artışına, gıda ve sanayi krizlerine neden olurken; gittikçe artan sıklıktaki sıcak hava dalgaları, kuraklık, aşırı hava olayları, büyük orman yangınları ve sel gibi afetlerin yaşanmasına neden oluyor.
Dünyanın biyolojik taşıma kapasitesini tehdit eden dört unsur var. Bunlardan ilki artan dünya nüfusu ve bu nüfusun dağılımı. Dünya nüfusunun yüzde 20’si gelişmiş ülkelerde, geri kalan yüzde 80’ni ise gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. İşin ilginç yanı dünya kaynaklarının önemli bölümünü gelişmiş ülkelerin nüfusu tüketiyor (ABD’nin tüketimi yaklaşık üç dünyaya bedel!), daha fazla çevre yıkımına neden oluyor. Ama bu yıkımdan en fazla etkilenen gelişmekte olan ülkelerin %80’lik nüfusları oluyor.
Çevre yıkımının birinci sorumlusu sera gazı salımları, atmosferdeki karbondioksit düzeyinin hızla artmasına neden oluyor. Halen 420 ppm seviyesindeki karbondioksit düzeyini, yüzyılımız sonu itibariyle 450 ppm seviyesinde sınırlı tutamadığımız takdirde küresel ısınmanın 2°C’yi aşması bekleniyor. Unutmayalım ki 350 ppm seviyelerinden 420 ppm seviyelerine koşarak geldik, mevcut yaşam tarzlarımızda radikal değişimler yapmaz isek alınan tedbirlere rağmen 550 ppm seviyelerine fırtına gibi yol alıyor olacağız.
Doğal yaşam alanlarını tahrip etme ile birlikte ekosistemi de bozuyoruz. Ekosistemin yüzde 60’lar civarında yıkıma uğradığı hesaplanıyor. Bu hesaplamadaki muhtemel hataları da dikkate almak gerekir. Yapılacak yüzde 1’lik bir hata 99 yerde beklenmedik ekosistem yıkım sonuçlarını doğurabiliyor.
Özetle bu dörtlü kıskacı şöyle toparlamak mümkün;
– Nüfus artışı; yüzde 20, yüzde 80 ikilemi
– Küresel iklim değişikliği: Karbondioksit düzeyindeki 350 ppm’den 550 ppm’e engellenemeyen seyir.
– Ekosisteme yapılan tahribat; yüzde 60’lar civarında hesaplanan bir yıkım.
-Sürpriz: Ekosistem kaybı hesabındaki yüzde 1’lik bir sapmanın ortaya çıkarması muhtemel beklenmedik sonuçlar.
( Prof. Dr. Selim Çetiner, tarla sera Nisan 2023)
2022 yılında dünya nüfusu 8 milyar olarak belirlenmiş, 2050 yılında ise 10 milyara ulaşacağı tahmin ediliyordu. Artan nüfusun yaşamsal ihtiyacı beslenme, bunun için gıda maddeleri üretimi gelecek 30 yılda artmaya devam edecek ve bu nüfusu beslemek için yüzde 50 daha fazla üretim gerekecek. Mevcut dünyamız ile bunu gerçekleştirmenin iki yolu var. Birincisi halen üretim yaptığımız tarım alanlarından elde edilen verimin yüzde 50 oranında artırılması. Ancak bu tarımsal mücadele ilaçları ve kimyasal gübreleri ya hiç kullanılmadan ya da daha bilinçli kullanımla, tarımdan kaynaklanan karbondioksit ve metan gazı salınımlarının kabul edilebilir seviyelere indirilerek, tarım için kullanılan suyun bugünkünün en az yarısına azaltılarak yapılmak koşuluyla kabul görecektir. Bu bağlayıcılık küresel ısınmayı bir ölçüde hafifleterek sürdürülebilir tarımın değişmez koşulları olacaktır.
Avrupa Birliği, Yeşil Mutakabat adını verdiği geniş kapsamlı bir program hazırlayarak “Ortak Tarım Politikası” çerçevesinde tarım destekleri ve kırsal kalkınma projelerini çevresel etki değerlendirmelerine bağlı hale getirdiler. Kıta Avrupası için doğru olabilecek bu strateji, küresel boyutlara taşındığında hesaplanmayan sürpriz sonuçlara yüklü…
Yeşil Mutakabatın tarımla ilgili yaptırımlarına baktığımızda; “Çiftlikten Çatala Konsepti ve Biyoçeşitlilik Stratejileri” 2030 yılına kadar AB üreticilerinin kimyasal gübre ve tarımsal mücadele ilacı kullanımlarını sırasıyla yüzde 20 ve yüzde 50 oranında azaltılması, hayvancılıkta antibiyotik kullanımının yarıya indirilmesi, çiftlik arazilerinin yüzde10’unun işlenmeyerek doğaya terkedilmesi ve AB genelinde organik tarım yapılan arazilerin üç kat artırılarak yüzde 25’e çıkartılmasını öngörüyor.
Vazedilen Yeşil Tarım politikasının AB’de tarımsal üretimi önemli ölçüde düşüreceği, buna paralel olarak gıda fiyatlarını artıracağı çeşitli modellemelerle ortaya konulmuş durumda.
Tarımsal üretimin artırılması için ikinci yol, orman ve mera gibi doğal yaşam alanlarını tarımsal araziye dönüştürmek. Karmaşık matematik modeller kullanılarak yapılan çok sayıda bilimsel araştırma halen mevcut tarım arazileri üzerinde gelişmiş tarım teknolojileri kullanılarak bugünkünden daha fazla ürün alınabileceği şansımızın olduğunu gösteriyor olsa da gelişmekte olan ülkelerin bu teknolojileri uygulamaları zor görünüyor.
Yeşil Tarım Politikasının gelişmekte olan ülkelere empoze edilmesinin, tropik ormanlar gibi doğal yaşam alanlarının tarımsal üretim için tahribine ve dar gelirli milyonlarca insanın gıda güvencesinden yoksun kalmasına yol açacağı tahmin ediliyor.
Bir yandan AB’nin yüksek standartlardaki “Yeşil Mutakabat” programı kıta Avrupası’nın bir lüksü olarak yaşanmaya çabalanırken diğer yandan küresel dengeleri sarsarak küresel açlığa davetiye mi çıkarıyor olacak yaşayarak göreceğiz.
Tüm bu kabusu “Sürdürülebilirlik” kavramı içinde yeniden yapılandırsak, kabus olmaktan çıkartsak son derece yararlı olacaktır.
KAYNAK
Prof. Dr. Selim Çetiner, Tarla Sera Nisan 2023
Necdet BUZBAŞ
TOBB GIDA MECLİSİ BAŞKANI