Araştırmalar refah seviyesi arttıkça tüketicinin gıda talebinin arttığını da gösteriyor. Farklı damak tatlarına açık hale geliyor, beslenme zincirinde bir üst halkaya ulaşıyorsunuz. Et ile beslenen de artıyor, veganlar da. Gıda üretimini sadece bireylerin beslenmesi olarak düşünmemek gerekiyor.
Hesaplamışlar… Takvimler 2050’yi gösterdiğinde dünya nüfusunun neredeyse 10 milyar, daha kesin bir ifadeyle 9.8 milyar kişiye ulaşacağını varsaymışlar. Türkiye’de ise nüfusun 95 milyona çıkacağını öngörmüşler. Yani nüfus artacak. Madalyonun öteki yüzüne baktığınızda, gıdaya da talep artacak.
Dünya genelinde bugün yüzde 54 olan kentleşme oranının 2050 yılında yüzde 66’ya çıkacağını da hesaplamışlar. Türkiye’de bugün kentleşme oranı, dünya ortalamasının üzerinde ve yüzde 77’ye ulaşmış durumda. 2050 yılında Türkiye’de kentleşme oranının yüzde 88’e çıkacağı varsayılıyor. Yani insanlar köyden, kente geliyor. Bu yol, havaalanı ve ev demek. Buna ‘büyüyeceğiz’ diyebilirsiniz. Madalyonun öteki yüzüne baktığınızda, ‘tarımsal toprağı kaybediyoruz’ da diyebilirsiniz.
Bu aralar yaz sıcağından daha hararetli bir tartışmayı gıda üzerinde yapıyoruz. Son günlerde patates fiyatı ile yatıyoruz, soğan fiyatı ile kalkıyoruz. Hemen hemen her yerde gıda fiyatlarındaki artışı konuşuyoruz. Enflasyona bakıyoruz. Üretici diyoruz. Bu işin sanayicisi ne yapıyor diye bakıyoruz.
Gıdada sürdürülebilirlik dediğinizde aklınıza ne geliyor? Fiyatların daha da yükselmesini mi bekliyorsunuz? Siz yoksa işin ithalatla çözülebileceğini düşünen tarafta mısınız? Gıdaya, gıda sanayisine hatta tarıma biraz daha geniş bir pencereden bakmak ister misiniz? Dünya Gazetesi ve TSKB Sürdürülebilir Danışmanlığı – Escarus işbirliği ile yapılan Sürdürülebilirlik Buluşmaları’nda bu defa konumuz ‘Gıdada Sürdürülebilirlik’ oldu. Biz önümüze gıda sanayi, organik üretim ve vaka özelinde şeker sektörünü aldık. Moderatörlüğünü DÜNYA Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hakan Güldağ’ın yaptığı toplantıda konuşmacılarımız Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası (TÜGİS) Başkanı Necdet Buzbaş, Yaşar Holding Sürdürülebilir Kalkınma Komitesi Başkanı ve Kurumsal İlişkiler Koordinatörü Dilek Emil, City Farm Genel Müdürü Ayhan Sümerli ve Keskinkılıç Gıda Genel Müdürü İhsan Keskinkılıç oldu.
Yol ayrımına geldik
Yukarıda verdiğimiz tüm rakamlar TÜGİS Başkanı Necdet Buzbaş’ın dikkatimizi çektiği veriler. Buzbaş’a göre ‘gıda sanayinde fırsatlarla riskler iç içe’. Buzbaş, bu cümleyi kurarken ‘maalesef’ de diyor. Çünkü gıda sanayi artan nüfusa daha çok ve daha fazla çeşitte üretim yapacak ama işin öteki ucunda azalan kaynaklar sorunu var. “Artan talep ve azalan kaynaklar gıda sanayinde fırsatlarla riskleri birbirine bağımlı hale getirdi. Artık bir yol ayrımındayız” tespitini yapan Necdet Buzbaş, “Günümüzde gıda sanayisi şirketleri iş modellerini değiştirmek zorunda. Eskiden vizyon ve misyon dediğinizde her şirket, kar ve büyüme derdi. Şimdi bunun merkezinde sürdürülebilirlik var. Sürdürülebilir değilseniz zaten bunları sağlayamıyorsunuz. Dolayısıyla ekonomi ve sosyal kısım bir bütün olarak iş modelimizin içinde yer alıyor. Ekonomik faaliyet olarak çok önemli bir noktaya gelindi. Şirket veya kurumsal çıkarların toplum çıkarları ile çatışmadığı ekonomi ve kar anlayışı bizi sosyal hizmete kadar götürüyor” dedi.
Gıdada limiti aştık
Necdet Buzbaş, Türkiye’deki gıda sektörünün büyüklüğünün yaklaşık 103 milyar dolar, gıda sanayinin büyüklüğünün ise 52 milyar dolar olduğuna işaret ederek “Günümüz insanı yapılan gıda israfı da dahil muazzam bir tüketim yapıyor. Buna ‘Dünya Limit Aşım Günü’ diyoruz. Doğanın bize bir yılda verdiği gıdayı tüketimimizi hesaplıyoruz. Normal olarak başa baş olması lazım. Geçen yıl ağustosa kadar gelmiştik, bu sene temmuzda dünyanın bize verdiği gıdayı insanlık olarak tüketmiş olduk. Cepten yiyoruz. Üretilen gıdanın yüzde 30’u israfa gidiyor” dedi.
Gıda israfının tarlada başladığını, sanayide devam ettiğini belirten Buzbaş, şöyle devam etti: “Ürünlerin üzerine son kullanma tarihi yazıyoruz. Maalesef insanların yüzde 64’ü son kullanma tarihini gördüğü zaman hemen ürünü çöpe atıyor. Batıda biraz daha esnek bu oran, yüzde 52’lerde. Bir taraftan tarım alanları gittikçe azalıyor. Diğer taraftan su kaynakları. Dünyadaki suyun sadece yüzde 3’ü tatlı su. Bu yüzde 3’ün sadece yüzde 30’unu verimli kullanıyoruz. Tarım Türkiye’de suyun yüzde 70’ini harcıyor. Demek ki yeşil devrim dediğimiz, yanlışını sonradan anladığımız, bedelini çok yüksek ödediğimiz tarım da bundan bilgi ve teknoloji ile üretim yapmak elzem.”
Dünya teknolojiye geçti
“Türk tarımında teknoloji üretimi de, teknoloji kullanımı da yetersiz” tespitini de yapan TÜGİS Başkanı Buzbaş, “Dünya tarımı artık daha teknoloji yoğun yapar hale geliyor. Cep telefonunuza bir program indiriyorsunuz hava durumunu ve yağışı takip edebiliyorsunuz. Sürücüsüz traktörler var. Drone’larla ilaçlama yapılıyor” diye konuştu.
Sürdürülebilirlik ve kalkınma ters orantıda gidiyor
-Gıda sanayinde yeşil devrimi bir hatırlayalım. İkinci Dünya Savaşından sonra büyük kıtlıklar yaşanmış. ‘Yeşil devrim’ diye insanların gıdaya daha kolay ve hızlı ulaşması adına bugün yanlış dediğimiz üretim kapasitesini artıran bir çalışma düzenine girilmiş. Nedir bu? Birincisi tarım için verimi artırma pahasına aşırı gübre kullanımı. Kimyasal mücadele zararlılarla, fosil yakıtlarla işlem görme ve mono kültür dediğimiz aynı toprağa hep aynı ürünü ekerek verim alınmaya çalışıldı. Sonuçta burada ekosistem ve bio çeşitlilik görmezden gelindi. Dolayısıyla verim ve insanların gıdaya ulaşmaları uğruna ekosistemi mahvettik.
-Sorunu fark ettiğimizde çevre ve ekosistem çok önem kazandı. İnsan sağlığı önem kazandı. Bu şekildeki üretimlerde toprağı sömürdük ve toprağı verimsiz hale getirdik. Buradaki canlıların yaşam geleceklerinin bir kısmını yok ettik. Bir kısmını da zararlı hale getirdik. Tabiatta ortak yaşamda ‘yılanla – fare’ arasında bir denge var. Dolayısıyla bu yapılan yanlışlık daha sonra sürdürülebilirlik kavramı altında düzeltilmeye çalışıldı. Çevre yasaları ağırlık kazanmaya başladı. Ama iş sadece çevreden oluşmuyor. Çevrenin dışında da korumamız gereken bir ekosistem var. Bu ekosistem sadece çevreden oluşmuyor. Şimdi bu yanlışlardan en azından daha bilinçli bir üretim modeline geçmemiz lazım. Dünyanın kaynaklarını maalesef fazlasıyla tükettik.
-Dünyanın gıda açısından beni karamsarlığa götüren bir realitesi var. Sürdürülebilirlik ve kalkınma ters orantıda gidiyor. Dünya nüfusunun 7.8 milyar kişi olduğunu düşünürsek bunun zaten 3.8 milyarı hatta 4 milyarı gelişmekte olan ülkelerde. Sadece Çin ve Hindistan’ı topladığınızda 3 milyar kişi yapıyor. Kalkınma adına örnek olarak batıyı alıyorlar. Halbuki batı yeşil devrimle ekosistemi harap ederek buralara gelmiş. 2050-2100 aralığında dünyayı gıda açısından -karamsar bir görüş olacak ama- midesini doyuranlar ile midesini dolduranlar diye ikiye ayıracağız. Midesini doyuranlar organik tarım yaparak önlemini alanlar olacak. Diğerleri de kontrolsüz tarım yapanlardan yararlananlar olacak.
-Gıda açısından işletmelerde yapılan faaliyetlerin içerisine bir de Ar-Ge’yi koymak lazım. Ar-Ge hem günümüz tüketicisinin isteklerine bağlı olarak ürün geliştirmeli hem çevreye zarar vermeyecek teknolojilerin geliştirilip kullanılmasını sağlamalı. Bugün ileri teknoloji kullanan gıda sanayicilerimiz bir elin parmaklarını geçmez. İşletmenin dışında bir faaliyet olarak görülse de bir önemli nokta da lojistiktir. Ürettiğinizi aynı ilde tüketemiyorsunuz. Küresel çalışıyorsunuz. 1 kalori gıda alabilmek için 7.5 ila 10 kalori harcıyorsunuz.
Start-up’ları ve blockchain’i tartışacaklar
Türkiye Gıda İşverenleri Sendikası TÜGİS bir sivil toplum kuruluşu. Üye olmak ve üyelikten çıkmak gönüllülük esasına dayanıyor. Necdet Buzbaş, sürdürülebilirlik konusunda yaptıkları iki çalışma olduğu bilgisini de paylaşarak “Bunlardan biri 2017 sonunda bitirdiğimiz gıda işletmelerinde gıda atıklarının azaltılması projesiydi. 3 sektör seçtik, süt, et ve konserve. Slovakya, İtalya ve Almanya’dan üniversitelerle ülkemizden ODTÜ ile TAGEM’i de paydaş olarak aldık. Birde 16 Ekim Gıda Günü’ne denk getirdiğimiz bir gıda kongremiz var. Yurtdışından konuşmacılar getiriyoruz. Paralel oturumlar ve sektörün önde gelen isimlerinden deneyimlerini paylaşmalarını sağlayarak ortak bir platformda buluşturuyoruz. Bu sene start-up’ları ve blochaini de konu başlığı olarak aldık” diye konuştu.
En iyi ihtimalle dünya nüfusunun yüzde 15’i organik beslenebilir
Orya Organik Yaşam ya da kamuoyunda tanıdık markasıyla Cityfarm Genel Müdürü Ayhan Sümerli, organik tarımı ‘tarımın özüne dönüş’ olarak nitelendiriyor. “Yeşil devrimle başlayan, aşırı kimyasal kullanımı ile insan sağlığını tehdit eder hale gelen tarım sektöründe üretim modelini imkan olsa da ters çevirsek” sözleriyle geçen süreci eleştiren Sümerli, “Organik tarımı kaynakların doğru kullanılması çerçevesinden değerlendirmek lazım” bakış açısı ile hareket ediyor. Bu nedenle Sümerli, “Organik tarım çok hızlı gelişiyor ama hem ekonomik sebeplerden hem kaynakların doğru yönetilmemesinden dolayı dünyanın organik tarımla beslenebilmesi gibi bir ihtimal yok” uyarısını da yapıyor. “Organik ile ticari ürün arasında ciddi fiyat farkı olmasa, fiyatlar insanların ulaşabileceği kadar makul olsa bile en iyi ihtimalle dünya nüfusunun yüzde 15’i organik beslenebilir” diyen Sümerli, “Gelir seviyesi çok yüksek aynı zamanda nüfusu çok düşük olan ülkelerle Hindistan ve Çin gibi ülkelerde organik üretimi yönetmek çok farklı. İsviçre, Avusturya veya Danimarka’da organik gıda ticareti yüzde 16-18 bandına geldi. Yani dünyanın gelebileceği limitlere gelmişler. Türkiye’de bu oran yüzde 1’lerde. Türkiye’de kişi başına tüketilen organik gıda harcaması 1 euro. Bu rakam İsviçre’de 380 euro. Organik gıdanın dünyadaki toplam büyüklüğü 60 milyar dolar civarında. Türkiye’de ise pazar büyüklüğü 650 milyon TL civarında” bilgisini verdi.
Doğru kası geliştirmek gerek
-Kaynakların doğru kullanılması cephesinden bakıldığında ülkelerin çok ciddi tarım politikaları olması gerektiğini kaydeden Sümerli, “Belli topraklar ve iklim özellikleri insanlara daha cömert davranıyor. Bazılarında ise tersi. Tarım stratejiktir diyoruz ama aslında her sektör stratejik. Dolayısıyla hangi ülke hangi tarımsal üründe pozitif avantajı varsa o üründe kaslarını geliştirmeli. Her ürünü üreteceksin ama sahip olduğun avantajlarını da optimize edeceksin” dedi. Ayhan Sümerli’nin dikkat çektiği konular şunlar oldu:
Doğanın dengesine dikkat
-Tarım nöbetine önem vermemiz gerekiyor. Doğru böceklere fırsat vermiyoruz. 1 uğur böceği günde 3 bin tane yaprak biti yiyor. Aynı toprağı birden fazla kullanabiliyor olmamız lazım. Toprağın ihtiyacı olan desteği doğal yolla verebilecekken bu konu hakkında dikkatimizi toplayamıyoruz. Oysa toprağın azota ihtiyacı varsa önce baklagil ekersiniz, zenginleştirir. -Hasat ve depolama kayıpları var. Bunu maalesef görüyoruz. Biz hala mitoksinlerle uğraşıyoruz. Bugün hala aflatoksinden bahsediyoruz. İhracattan dönen ürünlerimizde sebep; aflatoksin. Bu basit bir depolama problemi ve çözülmesi lazım. Pamuk hasadı yapılıyor traktörden dökülenleri toplasak zengin oluruz. Ürünün yüzde 20’si tarlada kalıyor.
180 gram değil, 98 gramlık yemek yiyeceğiz
“Obezite diyoruz ama obeziteyi doğru anlamamız lazım” diyen Ayhan Sümerli, “Yediğimiz ile yaktığımız arasında bir düz orantı olması lazım. Herhalde 1900’lerde toplu taşımadan istifade eden Londra, Paris ve New York vardı. İnsanlar yürüyordu. Şimdi biz 1900’lerde yediğimiz besini 2018’de de yiyoruz. Eğer o enerjiyi tüketmiyorsak karşılığını almayacağız. 180 gram tabak gelmeyecek. Hesap yapılacak 98 gramlık bir tabak yemeği yiyeceğiz. Fazla tüketiyoruz, onu da harcamaya çalışıyoruz” dedi.
Gıdada sürdürülebilirlik diyoruz, ‘su’ riskini ıskalıyoruz
Yaşar Holding Sürdürülebilir Kalkınma Komitesi Başkanı ve Kurumsal İlişkiler Koordinatörü Dilek Emil, tüketicinin sürdürülebilirlik çalışması yapan (karbon ve su ayak izini hesaplayan azaltmaya çalışan, azaltma hedefi koyan) bir şirketin ürününü alayım tercihinden ziyade, lezzet ve fiyat dengesine baktığına değinerek, özellikle su riskinin göz ardı edildiğini söyledi. Dilek Emil, “Realitede tüketici farkında olmadan bir tercihte bulunuyor. Doğalı seçmeye çalışıyor. Daha çok sezgisel hareket ediyor. Sürdürülebilirlikle birebir ilişki kuramıyor ama seçimleri bunu getiriyor” açıklamasını yaparken Yaşar Holding olarak sürdürülebilirlik çalışmalarında farklı bir bakış açısıyla hareket ettiklerini de anlattı. Emil şöyle devam etti: “Bizim için karbon ayak izimizi silmenin yanında en önemli konu olarak suyu belirledik. Gıda sektöründe su olmazsa olmazımız. Hammaddeden, üretim süreçlerine kadar gıda ve içecek sektöründe su kullanımı dikkati çekecek ölçüde yüksektir. Tatlı su kaynaklarının yaklaşık yüzde 70’i tarımda kullanılmaktadır. Artan nüfusun yanı sıra gelir ve tüketim düzeyinin yükselmesi ve gıda ürünlerine yönelik taleplerin artması da su kaynakları üzerinde ilave baskı yaratmaktadır. Gıda sanayi bu baskının farkında olarak, tedarik zincirinde ve üretim faaliyetlerinde su kullanımını azaltmayı hedeflemektedir. Öte yandan, gıda ihraç ederken aslında su ve enerji de ihraç ediyorsunuz. Su riskinin 3 ana başlığı var. Fiziksel (kirlenme ve bulunamama, yasal ve kurumsal itibar riski . Bu nedenle, karbon ayak izimizi silmenin yanı sıra su riskini bertaraf etmeyi de çok önemsiyoruz. Şu anda çok ucuz bir meta olarak görülen su, yokluğunda büyük bir maliyet. Bugün ‘ucuz’ girdi olarak değerlendirildiği için farkındalığı artırmak son derece zor. Şirketlerin işletme bazında yapılan çalışmaların kamu politikaları ve aksiyonlarının bir parçası olmadıkça yeterli olmadığını düşünüyoruz. Su havzalarıyla ilgili büyük çalışmaların sanayi de bir parçası olmalı.”
Farklı disiplinler var
-Gıda sektörünün çok multidisipliner bir alan olduğunun da altını çizen Emil, “Gıda sektörünün bir strateji belgesi yok. Tarımın üzerinden gıdayı tanımlamaya ve regüle etmeye çalışıyoruz. Tıp, veterinerlik, gıda mühendisliği, işletme ve kimya sektörü ile birebir ilişki var. Öte yandan, çok fazla bakanlığın faaliyet alanına giriyor. Öncelikle Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı var. Suyu konuştuğunuzda Sağlık Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve Çevre Bakanlığı devreye giriyor. Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı’nın alanlarına da giriyorsunuz. Tüm bunların üzerine de TCMB’nin Gıda Komitesi var. Çok büyük koordinasyon gerekiyor. Gıda sektörünün hamle yapabilmesi zaman alıyor ve aksiyonlar istenen sonucu veremiyor. Yeni yapıdaki “Gıda ve Sağlık” kurulunun bu anlamda politikaların belirlenmesi noktasında, koordinasyonu da sağlayacak bir yapı olacağı beklentisindeyiz” diye konuştu.
Emil ayrıca sütte arz fazlası, ette arz kısıtı olduğuna işaret ederek “Süt sektörü özelleştikten sonra regülasyon ihtiyacı nedeniyle Et Balık Kurumu, Et ve Süt Kurumu olarak yeniden dizayn edildi. Su riskinin et ve süt hayvancılığı üzerindeki etkisinin son derece iyi yönetilmesi gerekiyor. Tarımsal desteklerin etki analizinin iyi yapılması gerekiyor” yorumunu da yaptı. Dilek Emil’in açıklamaları özetle şöyleydi:
Su riskini raporluyor
-Yaşar Holding farklı sektörlerde faaliyet gösterse de cirosunun yüzde 70’i gıdadan geliyor. Türkiye süt ürünleri ihracatının yüzde 20’sini Pınar Süt ‘Labne’ başta olmak üzere ürünleri ile tek başına yapıyor. Yaşar Holding’de çok daha önceden başlayan sürdürülebilirlik çalışmaları 2007 yılında Global Compact’ın imzalanmasıyla organize hale geldi.
-Sürdürülebilirlik çalışmalarında karbon ayak izi hesaplama ve azaltım genellikle öncelikle yapılan bir çalışma. Çünkü sağlanan enerji verimliliğinin olumlu etkilerini doğrudan maliyetlerde azalma şeklinde görmek mümkün. Ayrıca, sertifikalandırıldığı takdirde karbon ticaretinin de yapılması mümkün. Bu trende uygun olarak Yaşar Holding de işe karbon ayak izini azaltmakla başladı. Azaltmakla kalmadık bir taahhütte de bulunduk. Taahhüdümüz 2020 yılına kadar birim ton üretim başına ortalama karbon emisyonumuzu yüzde 15 azaltmaktı. 2017 sonunda ise yüzde 12.35 azaltmayı başardık. Ayrıca su riski raporlama çalışmalarını gerçekleştirdik. Yaşar Topluluğu şirketlerinin faaliyet gösterdiği tüm coğrafi alanlarda su riskini inceleyerek, işletme bazında su kullanımının azaltılması için projeler geliştirdik. Bu çok ileri bir çalışma. Bu çalışmanın bir sonucu olarak su azaltım hedefi vermeyi de düşünüyoruz. Bu konuda üst yönetimimizin bir talebi var. Ancak bilinmeli ki su ayak izini azaltmak, karbon ayak izini azaltmaktan çok daha zorlu bir süreç.
Kaybı izleyecek
-Gıdada gerçekten de büyük bir kayıp var. Tarladan topladığınız taze sebze-meyvenin yerinde soğutma işlemleriyle taşınamaması sebebiyle lojistikte geçen sürede kayıp çok fazla. Üretim aşamasında bir kayıp var. Markete geldiğinde ortaya çıkan kayıpların yanı sıra, evlerde ve toplu tüketim alanlarında da gıda israfına ve atıklara dikkat çekmek gerekir. Bu kayıpları ve atığı azaltmak için aktif bir şekilde çalışıyoruz. Çalışmalarımızdan bir tanesi dijital ortamda geliştirilmiş programlarla atığı önlemek ve gıdanın gıda hiyerarşisine uygun olarak tüketilmesini sağlamak. Bu izlemeyi yapan şirketler ve bu teknolojiyi geliştiren startup’lar var. Biz onlarla birlikte çalışarak gıda hiyerarşisi çerçevesinde gıdanın değerlendirilmesi için uğraşıyoruz.
-Gıda ilk önce insan tarafından tüketilmeli. İnsan tüketemiyorsa, hayvanların tüketiminde kullanılmalıdır. Üçüncü aşamada ise atık haline gelen gıdanın enerji ve kompost üretiminde kullanılması gerekmektedir. Kısaca döngüsel bir atık yönetimi ile en son aşamada gıda atık olarak bertaraf edilmelidir. Yasal atık depolama alanlarının da yeterli olmadığı noktasından hareketle, ülkemiz, kompost konusunda çok önemli adımları atmak durumunda. Özellikle küçük kompost makinalarının yapılabilmesi, hatta marketlerin arkasına konulması, belediyelerle ortak çalışılarak park-bahçelerde bu kompostların kullanılması mümkün. Bizim toprağımızın kalitesi zayıf. Bu nedenle kimyevi gübre çok fazla kullanılıyor. Bu da toprak ve yeraltı sularının kirlenmesini beraberinde getiriyor. Bunu önlemenin bir yolu gıda artıklarını kompost olarak kullanabilmek. Bu açıdan da mutlak surette etkin işleyen bir katı atık yönetimine ihtiyaç bulunmaktadır.
İki koldan eğitim veriyor
“Türk gıda sanayinin kaliteli hammaddeye, sürdürülebilir şekilde, dünya fiyatlarından ulaşma sorunu var” diyen Dilek Emil, bu durum rekabetçiliği etkileyen en önemli faktör. Enerjisinin büyük kısmını inovasyonla geçirmesi gereken sektör vaktinin büyük bir bölümünü regülasyon uyumuna harcıyor. Sürdürülebilir biçimde dünya fiyatlarından kaliteli hammaddeye ulaşmak adına,ayrıca verim artışı sağlaması ve çiftçinin de belli bir gelir düzeyine sahip olabilmesi için, kurumsal sosyal sorumluluk bilinciyle Pınar Enstitüsü’nü kurduk. İlgili Bakanlıklarla ortak iki çalışma yapıyoruz. İlki; çiftçilerimizi eğittiğimiz ‘sütümüzün geleceği bilinçli ellerde çalışması’ . Birleşmiş Milletler’in de dikkatini çeken bu çalışma Business Call to Action kapsamında sürdürülmektedir. İkincisi ise obeziteyle mücadele ve hareketli yaşamı özendirmek için Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılan protokol kapsamında yürütülen, anaokulu öğrencilerine yönelik ‘eğlenerek hareket edelim sağlıkla beslenelim’ projeleri” bilgisini verdi.
Tarımda makineleşme oranının düşüklüğü tabloyu daha da kötüleştiriyor
Türkiye açısından bakıldığında, tarım ve hayvancılıkta sürdürülebilirlik açısından ciddi ve ivedilikle çözüm bekleyen sorunların olduğuna işaret eden TSKB Sürdürülebilirlik Danışmanlığı ESCARUS Genel Müdürü Hülya Kurt, “Kapalı havzalarımızı ciddi bir kuraklık riski bekliyor. Açık havzalarda da buharlaşma ve suyun yanlış kullanımı kaynakların hızla azalmasına yol açıyor. Geçmişte 10 metreden çıkan kuyu suları artık birkaç yüz metrelere kadar çekildi. Suyun bilinçsiz kullanımı özellikle bazı bölgelerde hâlâ önemli bir problem. Diğer yandan, parçalı arazi yapıları ve ölçek ekonomisinin uygulanmaması da toplam verimliliği olumsuz yönde etkiliyor. Tarımda makineleşme oranının düşüklüğü bu tabloyu daha da kötüleştiriyor” dedi. Hülya Kurt’un dikkat çektiği gelişmeler şunlar:
-Gerek envanter kayıtlarının zayıflığı gerek plansız tarım uygulamaları, temel tarım ürünlerinin fiyatlarında büyük dalgalanmalara yol açabiliyor. Buna bir de ara aşamalardaki verimsizlikler eklenince, sektörün sürdürülebilir niteliği büyük zarar görüyor. Değer zinciri içindeki aşamaların optimal verim anlayışı ile kurgulanmamış olması, fire oranlarının yüksekliği, optimizasyon mantığından uzak taşımacılık ve ortaya çıkan bütün kısa dönemli sorunlara ithalatla çözüm aramak, sektördeki başlıca yapısal sorunlar.
-Bu alanda dikey entegre gıda şirketlerinin önemi gitgide artıyor. Bu konuyu çok önemsiyoruz ve Türkiye’nin önümüzdeki dönemde entegre şirketleri ve güçlü ölçek ekonomisini daha çok konuşacağını tahmin ediyoruz. Maalesef Türkiye’de herhangi bir tarımsal ürünün ya da tarıma dayalı gıda endüstrisinin sıfır noktasından itibaren ölçülmüş bir karbon ayak izi yok. Sorunlara sadece bir işkolu, diyelim ki süt ya da unlu mamuller endüstrisi açısından bakmak da yanlış, sorunları tarım ve hayvancılık sektörü üst başlığı içinde ele almak ve sektörel bir yaklaşımla değerlendirmek lazım. Ancak böyle yaptığımızda hem ekonomik hem çevresel yönleriyle kalıcı bir sürdürülebilirliğe ulaşmamız mümkün olabilir.
-Türkiye tarım toplumundan sanayi toplumuna bir evrilmeye gitmiş. İhracatta Türkiye hala çok düşük katma değerli ürünler var. Ben tarımın daha farklı bir sistematikle yapılmasının Türkiye için önümüzdeki dönemde çok üzerinde konuşacağımız, çok yatırım yapacağımız bir alan olduğunu düşünüyorum. Artık konunun daha sistematik olarak ele alınmasına ve Türkiye’nin kalkınması için bu konunun daha üst sıralara taşınmasına ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Daha profesyonel tarıma ve işlenmiş ürünlerine ihtiyacımız var. İngiltere ve Fransa’ya baktığınızda yaratılan katma değer bizim 7-8 katımız. İşlenmiş ve marka olmuş ürünlere ihtiyacımız var. Bunu başarırsak tarım bizim için yeniden bir cazibe merkezi olacak.
-Gıda sektörünün sürdürülebilirliğine baktığımızda değer zinciri açısından gördüğümüz tablo şu: Gıda hammaddesinin temininden, tarım ve hayvancılıktan ürünlerin işlenmesi, proses edilmesi, ambalajlanması, satış için depolanması ve nihai tüketiciye ulaşmasına kadar bir dizi entegre işlem söz konusu. Tüm bu süreçler boyunca arazi kullanımı, su kullanımı, kimyasalların kullanımı, sera gazı emisyonu, biyo çeşitliliğin tehlikeye girmesi, halk sağlığı üzerinde olumsuz etkiler, iklim değişikliği gibi konuların dikkate alınması gerekiyor. Bir yandan da artan nüfus ve artan gıda talebi var. Dolayısıyla hem artan gıda talebine makul cevaplar üretilmesi, hem bunun olabilecek en az zararla yapılması gerekiyor. Temel sorun alanlarından birisi bu.
-Bir diğer nokta da atık. Tarladan nihai tüketiciye kadarki zincirin tümünde oluşan gıda kayıpları. Gıdanın üçte biri atık ve kayıp olarak yok oluyor. Mevcut durumda gıda bağlamında gezegenimiz limitlerine de ulaşmış durumda. Dolayısıyla bizim temel sorumuz, gelecek dönemde gıdada sürdürülebilirliği nasıl kurgulamalıyız ki tüm taleplere yanıt verebilirken araziyi, su kaynaklarını tahrip etmeyelim ve gıda kayıplarına karşı da pozitif bir kaldıraç etkisi oluşturabilelim. Gıda sürdürülebilir kalkınma hedefleri içinde de önemli bir payla yer alıyor. Açlık, açlığın sona erdirilmesi, sağlıklı beslenilmesi, gıda güvenliği, yeterli besine erişim gibi başlıklar altında bu temaya değiniliyor ve hiçbir sektör sürdürülebilir kalkınma hedefleri arasında 4-5 koldan ele alınmış değil. 17 maddenin 7’si bir şekilde gıdayla ilgili.
Sadece 15 fabrika Türkiye’nin şeker ihtiyacını karşılar
Balküpü’nün üreticisi Keskinkılıç Gıda Sanayi Genel Müdürü İhsan Keskinkılıç şeker ve çay sektöründeki gelişmeleri değerlendirdi. Özelleştirmelerle gündemin ön sıralarına yükselen şeker sektöründe mevcut rekabetin gelişerek devam edeceğine dikkat çeken Keskinkılıç, “Yüzde 100 özel sermayeli tek şirket iken bu sayının artması sektöre katkı verecektir. Sektör önümüzdeki dönemde ‘planlı üretim, doğru yerde üretim’e evrilecek. Türkiye’de yaklaşık 13-15 fabrika Türkiye’nin tüm şeker ihtiyacını karşıladığı gibi bazı dönemlerde dünyadaki fiyat değişimlerine göre ihracatta yapar” dedi.
Pancarı beklemeden işlemek lazım
1926 yılında kurulan Türk şeker sanayinin geçen yıllar içerisinde başta makine tarafı olmak üzere yeteri kadar gelişim sağlayamadığını anlatan İhsan Keskinkılıç, sektörde ürünü daha verimli işlemek için yeni yatırımlara ihtiyaç olduğunu anlattı. Keskinkılıç şöyle konuştu:
-Pancar 180 günde yetişir. 80-100 günde işlenmesi gerekir. Satılan şeker fabrikaların belli bir kısmı kapasiteyle uyumlu olmayan kotalarla çalışıyordu. Bazı küçük ölçekli fabrikalar 80-100 günde en fazla 44 bin ton şeker işleyebilir. Fakat 60 bin tonun üzerinde şeker kotası olan bazı bu küçük fabrikalar geçen yıl 130 gün çalıştı. 100 günden sonra üretilen her pancarda yüzde 5-7 fire yaşandı. Hatta daha enteresanı ara kantarlarda tesellüm edilen pancarlarda verim kaybı yaşandı . Bizim fabrikamızda pancarı stokta beklemesi ortalama olarak azami 7 gündür. Ara kantarlarla alınan pancarlar 30-40 gün bekletildiği vakit, bekleyen pancarı işlemeye kalktığınızda işleme zorluğu yaşanacağı kaçınılmazdır. Bu bekleme fabrikanın mevcut kaliteli pancarının da bozulmasın yol açacaktır . Üretilen şekerin içine normalde melasın, pancara oranı yüzde 3.5’tur. Geçen yıl bazı fabrikalarda kampanyanın son döneminde bu oran hayli yüksekti .
Pancar, biterse bir daha canlanamaz
-Yakın gelecekte özel sektör devletten destek alamayacağı için su akacak mecrasını bulacak. Şeker sektörü de aslında kotalarla yeteri kadar destekleniyor. Burada esas olarak desteklenen sanayici de değil. Müstahsil. Çünkü Türkiye’de pancar tarımı yok olursa bir daha canlanamaz. Burada sürdürülebilir olması için tarımın doğru aletleri doğru disiplinlerinin uygulanması lazım. Münavebe yapılması lazım. Fabrikalar, 120 günden daha fazla sürede pancar işlerse ciddi verim kaybı yaşayacaktır . Şeker, Orta Anadolu’da üretildiği sürece sürdürülebilir kalacak. Almanya’dan bir danışman getirdik. Danışman, Türkiye’de pancar tarımının nasıl daha iyi olacağı hakkında bazı önerilerde bulundu. Bu tavsiyeleri uygulamaya koyduğumuzda pancar gelişimine katkısını görmeye başladık .
İklimine dikkat etmek şart
-Dünyada şekerin yüzde 26-27’si pancardan üretiliyor. Türk ekonomisinde şeker, şeker kamışından üretilemez. Pancardan üretimin ekolojik dengeye de katkısı var. 1 dekar pancar üretimi 3 dekar ormanın sağladığı oksijene eş. Besiciliğe büyük katkısı var. Pancar gündüz – gece sıcaklığı farkı iyi olan bölgelerde üretilmesi gerek. Türkiye dünya piyasasına şeker alıcısı olarak girmemeli. 1998 döneminde Türkiye şeker ithalatçısı olduğunda fiyat aniden 200 dolar yükseldi.
Çaya taze fidan lazım
-Türk çayının kalitesi dünyada satılabilecek noktada değil. Fiyatı da çok yüksek. Türk çayı 4-5 euro, dünyanın en iyi çayını üreten Hindistan’da 2-3 euro. Türk tüketicisi daha düşük fi yatla çay tedarik etmeli . Çaykur 120 bin ton kuru çay üretiyor. Yaklaşık 700-800 bin yaş çay alıyor. Aynı tarladan özel sektör de alıyor. Rize’deki çaylıklar artık ömrünü tamamladı. Her yıl verim düşüyor. Biz işe başladığımızda şeker ile çay arasında 3 kat fiyat farkı vardı. Şimdi 5 katı. 3 kilo şeker sattığında 1 kilo çay alıyordun. Şimdi 5 kilo şeker satarsan 1 kilo çay alıyorsun. Çay sektörü bu kadar da desteklendiği halde çay fidanları yenilenmediği için, maalesef orada yakın gelecekte çaylıklar bitebilir. Yakın gelecek dediğimde 10-15 yıllık bir süredir. Çaylıkların yenilenmesi lazım. Teşvik gerekli mi? Hayır… fiyat yeteri kadar teşvikli.
Kaynak: https://www.dunya.com/ekonomi/gida-sanayinde-firsatlarla-riskler-ic-ice-haberi-422838